13 Ekim 2011 Perşembe

Kadın gibi kadın… Pardon? Anlayamadım?


Düşünün beyler, yorgun ve sıkıcı bir iş günü ardından eve kendinizi atmayı başarmışsınız, elinizdeki anahtarı kapıya sokuyorsunuz ve daha siz açmadan kapı içeriden açılıyor. Yorgun başınızı yukarıya doğru kaldırırken hafif topuklu pelüş terliklerin içindeki ojeli ayakları, sütun gibi bacakları, sade bir elbisenin içinde fit vücudu, yapılı saçları ve güler yüzüyle sizi karşılayan hayatınızın kadınına bakıyorsunuz. İçeriden en sevdiğiniz yemeğin kokusu geliyorken o tüm enerjisi, sevgisi ve güzelliğiyle sizi karşılıyor. Siz, onun sabah sizin için seçip ütülediği giysilerinizden kurtulurken o da içeride sizi bekliyor. Biraz dinlenirken sizinle ilgileniyor, sizi dinliyor ve birlikte yemek yiyorsunuz. Sofrayı topladıktan sonra kahvenizi ya da biranızı getiriyor ve siz de televizyonun karşısında dinlenecek fırsat buluyorsunuz. İçiniz rahat, gece yatağa girdiğinizde tüm aşkıyla sevişiyor sizinle. Çok mutlusunuz, gözü malda mülkte, şaşalı hayatlarda, gösterişte değil; size güveniyor, bütün gün dırdır dinlemiyorsunuz; sizin için evinizi her zaman düzenli ve temiz tutuyor, malum yuvayı dişi kuş yapar; tüm sıcaklığı ve bağlılığı yalnızca sizin için, bunu biliyorsunuz ve ona güveniyorsunuz (yine de pek açık giyinmesin, başkalarının gözü kalır); kariyer tutkusu ilk önce “aile sektöründe” gelişmek üzerine (ne de olsa evin direği sizsiniz, ilk çağlardan beri eve ekmeği getiren de sizsiniz). Ne kadar şanslı bir erkek olduğunuzun farkındasınız değil mi? İşte kadın gibi kadın, hayatınızın kadını, çocuklarınızın annesi ve örnek bir eş!
Tebrik ederim, ancak maalesef bunlar toplumsal alışkanlıklarımızın ve dayatmaların sonucu olan temenniler ve hepsi psikolojik ihtiyaç ve kayıp özbenlik ürünleri.
İlk hata, bir insanı hayatının geri kalanı boyunca sahiplenebileceğini düşünmekle başlıyor. Evlilik kutsal ve anlamlı bir birliktelik olmaktan uzaklaşıp, zorunluluk sonucu hayatındaki boşlukları en uygun doldurabilecek insanı avlamak haline gelmiş durumda. Ev işlerinden, sosyal ilişki becerilerinden ve duygusallıktan uzak yetiştirilen erkeğin bu eksiklerini kapatacak olarak yetiştirilmiş, aynı zamanda toplum içinde kısık sesle konuşmaya, gücü erkeğe bırakmaya alıştırılmış ve aile kurma sorumluluğuyla yetiştirilmiş kadını bulmasının adı “mükemmel uyumlu çiftin evliliği” oluyor. Bunun bir yerde hayatı paylaşmak olduğuna katılıyorum, ancak detaylara indikçe, görevler arttıkça ve umursamazlık devreye girdikçe iş değişiyor. Hayatın döngüsü içerisinde kadın ya da erkek, her bireyin tek başına ayakta durabileceğinin farkına varması, vardırması gerekir ki sosyal ilişkiler “ihtiyaç” halinde kalmaktansa zevkli paylaşımları ifade edebilsin. Oysa tüm toplumlar büyük bir tembellik ve kendinden kaçış örneği sergileyerek evlilik(ya da ciddi ilişki) kavramını paylaşmak olarak değerlendiriyor ve kadını yalnızca servis ve üreme aracı olarak kullanmaya göz yumuyor.
Tüm bu çarpık ilişkileri düzenlemenin tek yolu, her bireyin kendi kapasitesinin farkına varması ve bunu en iyi şekilde değerlendirmesinden geçiyor kanımca. Bir erkeğe bağımlı olmadan da maddi güce sahip olabileceğini, başkasından iltifat alma ihtiyacı duymadan güzellik ve bakımlılığını sürdürebileceğini, kendini ilk önce kendine adaması koşulu ile başkalarını mutlu edebileceğini öğrenmesi gerekiyor kadınların. Aynı zamanda erkeklerin de komplekslerinden kurtulmaları, yani başarılı ve güçlü olduklarını kanıtlamak için kadınlara karşı üstünlük sağlamaları gerekmediğini anlamaları gerekiyor.
Toplumların her konuda farkındalıklarının yükselmesi, hayat standartlarının yükselmesi ve düzenli bir evren için şart. Ancak kendi benliğini keşfedememiş bireylerin toplumsal farkındalık göstermelerini beklemek yalnızca bir hayal; tıpkı girişteki sahnede mükemmel görünen kadının içinde hiçbir soru işareti, eksik kalmış bir parça, bastırılmış düşünceleri olmadığını düşünmek gibi bir hayal.

26 Eylül 2011 Pazartesi

sıra-dışı

Her birimiz yalnızca toplumun geri kalanının düşünebildiği kadar düşünmeye izinliyiz. Eğer birkaç adım önde isek “sıra dışı” kabul ediliriz. Zamanın trendlerine uyum sağlamak ve bu kalıplar içerisindeki yaşamı kabul etmek zorundayız. Oysa ilerlemek, gelişmek en olası gerçek değil mi? Geriye giden yahut duran saatlere bile bozuk deyip tamir ettirmiyor muyuz? Öyleyse insanlar niçin ilerlemeye teşvik edilmiyor? Niçin sıra dışı olmak korkutucu?
Gelişmekte olan ülkelerin en büyük sorunlarından biri üretim gücündeki eksikliktir bence. Gerek fikir üretimi, gerekse ürün ve servislerdeki üretim o kadar düşük ki “haaaala gelişemediler” demenin nazik yolu olan “gelişmekte” sözcüğüyle değerlendiriliyorlar. Elbette her konuda olduğu gibi bunun suçunu da düşünmekten korkan ve eğitimsiz kitlelere atacağım. Medyanın, politikacıların ve gelişmiş ülkelerin dayattıkları, düşünmelerine izin verdikleri kadar düşünmeyi kabullenmiş kitleler, ileri gitmeye çalışan bireyleri de paçalarından tutup çekiyorlar.
Ülkemizde sürekli yeni okullar, üniversiteler açılıyor, eğitim programları ve içerikleri değiştiriliyor ancak aynı süreklilikte üretim becerisinden yoksun, düşünme ve sorgulama yetileri bastırılmış, eksik de olsa itilip kakılarak diploma verilmiş gençler piyasaya giriyor (ya da girmeye çalışıyor). Mutlaka bunların tam aksi için çalışan, kişisel gelişimi ve bireysel yetenekleri destekleyen, somut ve soyut üretime katkıda bulunmak için çabalayanlar var ve bu kitle de artacak gibi görünüyor, ancak şimdilik tablo yeterince renkli ve iç açıcı değil.
Yapılan birçok araştırma piyasaya çıkan yeni markaların alışılmış geleneksel markalarla rekabet gücüne sahip olmadığını gösteriyor ki bu da toplumumuzdaki tutuculuğun basit bir örneği. Daha iyi ve verimli olsa bile yeniyi kullanmaktan çekiniyoruz, üstelik milyonlar yatırılan reklâm sektörüne rağmen. İnsanların çoğunun doğru olduğuna inandıkları konularda okuyor olması da yeni çıkan kitapların satmak için genel geçer görüşler içermesini gerektiriyor ve yine aynı yerde saymak zorunda kalıyoruz. Ancak neden? Neden insanlar bilmedikleri ya da doğru bulmadıkları konuları daha derinlemesine öğrenmek için çaba sarf etmiyor? Neden eldekilerle yetinmek bir başarı sayılıyor? Ve ne zaman bu hastalıktan kurtulacağız, ya da herhangi bir zamanda kurtulabilecek miyiz?

hakkında

tamamen bencilce hazırlanmış bir blog bu. yıllar içerisinde, günlük hayatında aklına takılanları sağa sola karalayıp durmuş genç bir kadının derlemesi; gözünün önündekileri bile göremeyen, görse de anlamayan insanlarla dolu hayatta her şeyi doya doya seyretmeye bayılan cesur ve genç bir kadının düşüncelerinin derlemesi.
fikir, öneri ve paylaşımlarınız için email ya da yorumları kullanabilirsiniz.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Lorem ipsum

"Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipisicing elit, sed do eiusmod tempor incididunt ut labore et dolore magna aliqua. Ut enim ad minim veniam, quis nostrud exercitation ullamco laboris nisi ut aliquip ex ea commodo consequat. Duis aute irure dolor in reprehenderit in voluptate velit esse cillum dolore eu fugiat nulla pariatur. Excepteur sint occaecat cupidatat non proident, sunt in culpa qui officia deserunt mollit anim id est laborum."